Cimbomun Halleri
Ne demişti Adnan Polat 4 Aralık 2006’daki basın toplantısında? “Galatasaray taraftarı, Galatasaray taraftarı gibi hareket edecektir. Fenerbahçe takımını, Fenerbahçe yönetimini bizler, en uygun, en misafirperver şekilde burada ağırlayacağız. Biz yapacağımız taşkınlıklarla değil, oynayacağımız futbolla onlara ders vereceğiz.”
Oysa Galatasaray’ın geldiği nokta artık diptir, kara deliktir, sonsuz uzay boşluğunun en dip noktasıdır, hatta Mariana Çukuru’dur, bir alt kademesi yoktur bu işin ve utancın. Psikologlar, spor yazarları, eleştirmenler hiç lafı evirip gevelemesinler, her branşta “taban” yapan kulüp öfkesini anca Cuma gecesi salonda, Cumartesi gecesi ise sahada böyle çıkartıp deşarj olabilmiştir bir parça. Koskoca 1 yıl boyunca Fenerbahçe’ye her branşta ezilen ve son çaresi olan “survivor” yarışmasında direnç gösteren Galatasaray artık başarıyı sahanın ortasında nöbet tutan futbolcularının bayrak diktirmemesi olarak görmektedir. Yazık kere yazık. Sene başında Zico’nun dikeceği bayraklı tişörtlerle bir yaz geçireceğiz dedik, demez olaydık nerden bilelim bu kadar ciddiye alınacağını.
100 üncü yılında şampiyon olamayan tek takım olma etiketi bir tarafa, her iki yüzüncü yılda da Fenerbahçe’nin şampiyonluğuna tanık etmişliğin vereceği rahatsızlık zaten bir 100 yıl daha yeter.
Daha ne yapabiliriz, nasıl aşağılayabiliriz diye düşünüyorum aklıma birşey gelmiyor. Bütün sene her branşta darma duman et, arkasından bütün hafta boyunca eğlen dur ve hatta kamp bile yapma, (gerçi Galatasaray maçları da artık bir eğlence haline geldi ya) sonra sahaya Alex ve Appiah olmadan çık, golleri defansının en gerisindeki iki stoperinle at, Şampiyonlar Ligi’ne gönderme, zaten maçı kaybedeceklerini bilen futbolcularının aklı fikri maç sonunda orta saha nöbeti olsun. Daha ne yapalım ki?
Kadıköy’deki ilk maçtan sonra da daha iyi oynadıklarını, Fenerbahçe’nin 2 kez kaleye gelip 2 gol attığını iddia edip komikleşmişlerdi. O zaman da “Dua edin ki 2 kez kalaye geldik, bir gün tepemizin tasını attıracaksınız 7 kere gelivereceğiz” demiştik. Şimdi de aynı şeyi söylüyoruz, dua edin gene 2 kez geldik ama sabrımızı zorlamayın fazla, yoksa 7 geliyor 7, yaralel yaralel…
Maçtan sonra gazetelere bakıyorum. Neymiş? Galatasaray’a en az 3 maç ceza geliyormuş? Ne 3 maçı? Hangi 3 maç? Önümüzdeki sezon Galatasaray’ın sahası bütün bir ilk yarı boyunca kapanmalı, 6 puanı silinmeli, ikinci yarıdaki derbi maçlarını da tarafsız sahada oynamalıdır. Sayın Adnan Polat’ın aynen Kadıköy’deki maçtan sonra dile getirdiği gibi Federasyon’un kurallarda taviz vermemesi lazım, hata yapanın kafasının kopartılması lazım. Galatasaray’a verilecek ceza da bunun ilk örneği olmalı. Disiplin Kurulu’nun ne kadar Galatasaray’dan korktuğunu ya da korkmadığını, veya yönetmelikler çerçevesinde hangi kararlar alması gerektiğini ve neler alacağını hep birlikte izleyeceğiz. Aynı olaylar, bir UEFA Kupası, bir Şampiyonlar Ligi maçında olsa en az bu boyutta bir ceza alırlardı. Ama o maçlarda Galatasaray taraftarı biliyor ki ciddi cezalar alacaklar, sahaya tek bir pet şişe bile atmıyorlar.
Bir de devletin bütün desteğini arkalarına alarak stadyum yaptırmalarına şaşıyor insan. Destekleyin ki maça daha çok insan gelsin, sahaya daha çok koltuk atılsın, İstanbul’da kuraklık daha da etkisini artırsın.
Ama ne demişler, her halk hakedildiği gibi yönetilir. Bu federasyonun yönettiği bir ligde de anca böyle bizi dünyaya rezil eden maçlar oynanır, derbileri de Bülent Demirlek gibi pısırık, etliye sütlüye karışmamayı marifet sayan hakemler yönetebilir, fazla da şaşırmamak lazım. Hakem maçın ilk yarısında neredeydi, meşale yağmurunu havai fişek gösterisi mi sandı ki sahanın ortasına gelip izleyesi tuttu, sonra aynı şiddette yabancı madde yağmuru devam ederken bu kez neden soyunma odasına gitti, döndükten sonra bu kez şişe yerine koltuk atılmaya başlanınce neden birşey yapmadı gibi şeyleri düşünmüyorum bile, kendisi Selçuk Dereli’yle birlikte son iki senede iki Federasyon Kupamızı çalan bir hakem neticede. Doğru dürüst bir maç yönetmesi zaten beklenmeyen bir durumdu.
Neticede öyle anlamlı bir şampiyonluk oldu ki kimlere armağan edileceğine karar vermek zor? Cidden çok karışık duygular içindeyim.
Örneğin hangi Galatasaray’lı yöneticiye armağan etmek lazım? Yıllardır futbolu anarşi yaratarak yönetmeye çalışan Adnan Polat’a mı, Fatih Gökşen’e mi yoksa son basketbol maçında sağa sola ve hatta bayanlara saldırılarıyla zirve yapan “borsa spekülatörü” ve Rus bayanlara büyük sempatisi olduğu bilinen hatta yıllar evvel evlenmeden bir gün önce bekarlığa veda partisinde basılan Ahmet Dedehayır’a mı? Ya da hangi Galatasaray’lı oyuncuya? Reklamların “titreyen kahramanı” Arda’ya mı, Uruguay dilinde bütün küfürleri bilebilen Hasan Şaş’a mı, alnından saçları çıkan ve ne konuştuğunu pek farkında olmayan Sarbi’ye mi, hastırolog Ayhan’a mı, Orhan Ak’a mı? Ya da diğer rakibimizden uzun yıllar görevde kalıp Beşiktaş’ı daha da batağa saplayacak, derdi gücü Fenerbahçe’nin eskilerini toplamak olan Demirören’e mi? Futbolumuzun patronu (!) Ulusoy veya onun herhangi bir akrabasına mı? Ya da muhteşem spor yazarlarında Tanrıkulu’na mı, Demirkola’ mı, Bilgin’e mi, yoksa bu hafta büyük ihtimalle badmington, curling veya dünyaca ünlü tenis starlarının İstanbul’a gelmelerini konuşacaklarını beklediğimiz 90 dakika tayfasına mı?
Her branşta şampiyonluğa giden Fenerbahçe’de en büyük şüphesiz yönetimin. Umarız önümüzdeki Ankaragücü maçında tribünlerde bu sene ara sıra duyduğumuz “Yönetim bu takım senin eserin” tezahüratını daha çok duyarız. Malum bu başarı yönetimin eseri.
Son olarak büyüklüğün tarifinin göstergesi iki maç, bir tanesi geçen sezon oynanan Beşiktaş – Galatasaray maçı, bir tanesi ise bu son maç. Merak ediyorum şampiyonluğunu ilan etmiş bir Beşiktaş, Galatasaray karşısında Şampiyonlar Ligine katılma hesapları yapan Fenerbahçe’yi de düşünerek nasıl bir skor alırdı. Aslında dedim ya geçen seneye, o son dakikada yenilen gole, gollük pozisyonlarda ezilen toplara bakarak merak bile etmiyorum da lafın gelişi işte.