Bütün alışkanlıklarımızı sorgulatan bütün değerlerinizi ırgalayan çok ilginç bir yazar -şair ….Kimilerine göre ayyaş,kumarbaz ve seks düşkünü, kimilerine göre 21 . yüzyıl flozofu
tanışmanızı istedim ….Charles Bukowsky
Ertekin Karakaya 07/09/2006
Kasabanın En Güzel Kızı”, s. 13-19
Cass, beş kızkardeşin en genci ve güzeliydi. Kasabanın en güzel kızıydı Cass. Sağlam ve harikulade bir vücudu vardı. Kızılderili melezi. Yılan gibi kıvrımlı yılan gözlü. Sıvı halinde akan bir ateşti o. Girdiği şekle sığmayan bir ruh. Uzun, parlak ipek gibi saçları sağa sola dalgalanırdı hareket ettikçe. Ya çok şendi ya da hüzünlü. Arası yoktu Cass'ta. Deli diyenler vardı. İçi ölmüş olanlar. Onlar anlayamazlardı. Erkeklerin umurunda değildi deli olup olmadığı. Bir seks makinasıydı onlar için. Cass onlarla dans eder, flört eder ama bir iki kez hariç iş yatmaya gelince bir yolunu bulur ayrılırdı.
Kızkardeşleri onu güzelliğini yanlış kullanmakla suçlar, kafasını kullanmadığını söylerlerdi. Oysa Cass'ta hem kafa hem ruh vardı. Resim yapar, dans eder, şarkı söyler, alçıdan şeyler yapar ve biri incindiğinde ta içinden duyardı onların acısını. Pratik bir kafası yoktu işte. Kızkardeşleri önce kendi erkeklerini cezbettiği için sonra da onlardan faydalanamadığı için kızarlardı ona. Çirkin erkeklere yanaşmak gibi bir huyu vardı. Yakışıklı erkeklerden iğrenirdi. “Hayat yok onlarda,” derdi. “Mükemmel kulaklarından, burunlarından başka bir bok düşünmezler. Tamamen yüzeyseldirler, içleri yoktur…” Deliliğe yakın bir hiddeti vardı; bazıları hiddetine delilik derdi.
Babası alkolden ölmüş, annesi de kızlarını terkedip kaçmıştı. Kızlar bir akrabalarının yanına gitmişler sonra bir manastıra yerleşmişlerdi. Manastır boktan bir yerdi. Özellikle Cass için. Diğer kızlar onu kıskanmış, hemen hepsi ile dövüşmüştü. Sol kolu baştan aşağı jilet izleri ile doluydu. Sol yanağında da bir iz vardı ama bu onu daha bir güzelleştiriyordu.
Manastırdan çıktığının ertesi günü Batı Yakası Barı'nda tanıdım onu. En genci olduğu için kızkardeşlerinden sonra çıkmıştı manastırdan. Tek kelime söylemeden gelip yanıma oturdu. Kasabadaki en çirkin adam bendim; belki de bunun için beni seçmişti.
“İçki?” diye sordum.
“Tabii niye olmasın?”
Konuşmalarımızda kayda değer fazla bir şey yoktu. Cass'ın öyle bir havası vardı. Beni seçmişti ve olay onun için bu kadar basitti. Rahat. İçkiyi seviyor fazlaca içiyordu. Yaşı tutmadığı halde bara girmeyi başarmıştı. Belki de sahte bir kimliği vardı, bilmiyorum. Her neyse, her tuvaletten dönüp yanıma oturduğunda erkeklik gururum kabarıyordu. Yalnız kasabanın değil hayatımda gördüğüm en güzel kadındı o. Kolumu beline dolayıp öptüm.
“Beni güzel buluyor musun?”
“Evet ama başka bir şeyler var sende… görünümünle ilgili değil.”
“İnsanlar beni hep güzel olmakla suçluyorlar, gerçekten güzel miyim sence?”
“Güzel kelimesi yeterli değil.”
Cass elini çantasına soktu. Mendilini alacak sandım. Uzun bir saç iğnesi çıkarttı. Davranmama fırsat vermeden iğneyi burnuna geçirdi, burun deliklerinin hemen üstünden, yanlamasına sokuvermişti iğneyi. Korku ile karışık bir bulantı hissettim. Bana bakıp güldü. “Beni hâlâ güzel buluyor musun?” İğneyi çekip mendilimi kanayan burnuna tuttum. Barmen ve çevredekiler olayı izlemişti. Barmen yanımıza geldi:
“Bana bak,” dedi Cass'a, “Bir daha sapıtırsan kendini dışarıda bulursun. Senin oyunlarına ihtiyacımız yok!”
“S..tir git ulan!” dedi Cass.
“Ona hâkim ol,” dedi barmen bana.
“Sorun yok,” dedim.
“Burun benim, ne istersem yaparım burnumla,” dedi Cass.
“Olmaz,” dedim. “Benim canım yandı.”
“Ben burnuma iğne sokunca senin canın mı yanıyor?”
“Evet, gerçekten.”
“Peki, bir daha yapmam. Neşelen biraz.”
Öptü beni gülerek. Bir eli ile mendili burnuna bastırıyordu. Bar kapanınca kaldığım eve gittik. Bira içip konuştuk. Sıcak ve sevecen biri olduğunu sezmeye başlamıştım. Kendini farkında olmadan sunuyordu. Yine de bazan aksi, anlaşılmaz bir tavır takınıyordu. Schitzi. Harikulade, manevi, kutsal bir Schitzi'ydi o. Herifin biri canına okuyacaktı günün birinde şüphesiz. Ben olmazdım inşallah.
Yatağa girdik. Işığı söndürdükten sonra sordu. “Şimdi mi istersin yoksa sabah mı?”
“Sabah,” diye yanıtladım ve sırtımı döndüm.
Sabah kalkıp kahve yaptım, yatağa getirdim.
Güldü. “Geceyi pas geçen ilk erkeksin,” dedi.
“Boşver,” dedim. “Hiç olmasa da olur.”
“Hayır, istiyorum. Bekle biraz tazeleneyim,” dedi.
Cass helaya gitti. Kısa bir süre sonra döndüğünde nefesimi kesti; uzun siyah saçları, ağzı, gözleri, kendisi pırıl pırıldı… Sakin bir tavırla vücudunu açtı. İyiye alamet. Yatağa girdi.
“Hadi gel sevgilim.”
Yanına uzandım.
Kesik ama tereddütsüz öpüşüyordu. Ellerimi teninde, saçlarında gezdirdim. Birleştik. Sıcak ve dardı. Uzatmak için ağır bir tempo tutturdum. Gözlerimin içine bakıyordu.
“Adın ne?” diye sordum.
“Boşver,” dedi.
Güldüm ve devam ettim. Giyindikten sonra arabamla barın kapısına bıraktım onu. Unutulacak kadın değildi. İşsizdim. Öğlen ikide uyanıp gazeteleri okudum. Elinde kocaman bir yaprak ile geldiğinde küvete gömülmüştüm.
“Banyoda olacağını biliyordum,” dedi. “Şeyini örtmen için bir yaprak getirdim ben de.”
Yaprağını suyun üstüne bıraktı.
“Nerden bildin banyo yaptığımı?”
“Ben bilirim.”
Her gün ben banyodayken geliyordu. Değişik saatlerde banyo yapmama rağmen. Yaprağı da unutmuyordu. Sonra sevişirdik.
Birkaç kez telefon etti. Sarhoşluk ve kavgadan tutuklanıyordu. Kefaletle çıkardım.
“Pis köpekler,” dedi. “Sana bir içki ısmarlayıp donuna girebileceklerini sanırlar.”
“İçkiyi kabullenince başına belayı sarıyorsun zaten,” dedim.
“Benlen ben olduğum için ilgilenemezler mi sanki?”
“Beni hem sen hem de vücudun ilgilendiriyor. Ama çoğu erkeğin vücudunun dışındaki şeylerle ilgileneceğini sanmam.”
Altı ay için şehri terkettim. Serserilik yapıp geri döndüm. Cass'ı unutamamıştım. Ufak bir tartışma geçmişti aramızda. Ayaklarım karıncalanmaya başlayınca da basıp gitmiştim. Döndüğümde onu bulamayacağımdan emindim. Batı Yakası Barı'nda yarım saat oturdum, içeri girip yanıma oturdu.
“Demek döndün it.”
Ona bir içki söyledim. Sonra baktım. Boynuna kadar kapalı bir elbise giymişti. Hiç böyle giyindiğini görmemiştim. İki gözünün altında baş kısmı cam, içeri gömülmüş birer topluiğne vardı. İğnelerin sadece başları dışarıda kalmış dibe kadar girmişlerdi.
“Allah belanı versin, hâlâ kendini mahvetmeye çalışıyorsun.”
“Yok canım moda bu, aptal,” dedi.
“Delinin birisin.”
“Özledim seni,” dedi.
“Başka biri var mı?”
“Hayır, kimse yok. Bir tek sen. Ama çalışıyorum. Fiyatım on dolar. Sana parasız.”
“Çıkar şu iğneleri.”
“Hayır, çok moda.”
“Beni üzüyorsun.”
“Emin misin?”
“Allah kahretsin, eminim.”
Yavaşça iğneleri çıkartıp çantasına soktu.
“Neden güzelliğinle uğraşıyorsun? Kabullensene.”
“Çünkü başka bir şey gördükleri yok. Güzellik bir bok değil, uçar. Çirkin olduğun için talihlisin. Biri sana ilgi gösterirse başka bir nedeni olduğunu biliyorsun.”
“Tamam,” dedim. “Talihliyim.”
“Çirkin olduğunu söylemek istemedim. Başkalarına göre belki. Aslında harikulade bir yüzün var.”
“Sağol.”
Birer içki daha yuvarladık.
“Neler yapıyorsun?” diye sordu.
“Hiç. Canım bir bok yapmak istemiyor. İstek yok.”
“Ben de. Kadın olsan orospuluk yapardın.”
“Bir sürü yabancı ile o denli yakın ilişkiye girmek istemezdim. Yılardım.”
“Haklısın, yıldırıcı, her şey çok yıldırıcı.”
Beraber çıktık. İnsanlar sokakta Cass'a hâlâ bakıyorlardı. Hâlâ çok güzel bir kadındı, belki de her zamankinden daha güzel.
Evime gittik. Bir şişe şarap açıp konuştuk. Konuşmak kolaydı onunla. O konuşur ben dinlerdim, sonra ben konuşurdum. Akıcı ve zorlamasız bir muhabbet. Sırlar yaratırdık beraber. İyi bir tane yakalayınca o eşsiz gülüşünü gülerdi. Yalnız o gülebilirdi öyle. Bir alev coşkusu. Konuşurken birbirimize yaklaşır öpüşürdük. O gece arzulandık ve yatağa girdik. Elbisesini çıkardı ve o zaman boynundaki korkunç yarayı gördüm. Geniş ve uzun.
“Allah senin canını alsın kadın,” diye bağırdım yataktan. “Allah canını alsın, ne yaptın?”
“Kırık bir şişe ile denedim bir gece. Beni beğenmiyor musun artık? Güzel değil miyim?”
Yatağa çekip öptüm onu. Beni itip güldü. “Bazı müşteriler on dolar verdikten sonra yarayı görüp vazgeçiyorlar. On dolar da bende kalıyor. Amma matrak.”
“Evet,” dedim. “Gülmekten kırılacağım… Cass! Deli karı. Seviyorum seni… Kendini mahvetmekten vazgeç. Yaşayan kadınların en güzelisin.”
Tekrar öpüştük. Sessizce ağlıyordu. Gözyaşlarını duydum. Siyah saçlarını bir ölüm bayrağı gibi yaymıştı yatağa. Ağır, hisli ve güzel bir sevişme tutturduk.
Sabah Cass kalkıp kahvaltı hazırladı. Sakin, mutlu bir görünümü vardı. Şarkı söylüyordu. Yatakta kalıp onu seyrettim. Sonra gelip sarstı beni “Kalk artık domuz. Yüzüne, s..ine biraz soğuk su serp, yemeğe gel.”
Sahile götürdüm onu o gün. Yaz henüz başlamamıştı, hafta arası olduğu için ortalık nefis bir sessizlikteydi. Kıyı sefilleri paçavralar içinde kuma uzanmışlardı. Bazıları taş banklara oturmuş aynı şişeden kafa çekiyorlardı. Martılar aptal ama telaşlı uçuşlarındaydılar. Yetmişlik, seksenlik moruk karılar kocaları öldükten sonra kendilerine kalacak evleri satıp satmamayı tartışıyorlardı. Her şeye rağmen havada bir barış kokusu vardı. Kıyılara bıraktık kendimizi. Az konuştuk. Mutluyduk beraber. İki sandöviç, biraz cips ve içecek bir şeyler aldım, kumlara uzanıp atıştırdık. Sarılıp uyuduk bir süre. Sevişmekten bile güzeldi bu sanki. Gerilimsiz bir beraber akış. Uyandıktan sonra eve döndük. Yemek pişirdim. Yemekten sonra beraber oturmamızı teklif ettim. Uzun uzun baktı bana bir şey söylemedi. Sonra yumuşak bir sesle “Hayır,” dedi. Bara bıraktım onu, çıkmadan önce eline bir içki verdim. Fabrikanın birinde bir ambalaj işi buldum. Bütün hafta öyle geçti. Dışarı çıkamayacak kadar yoruluyordum ama cuma akşamı Batı Yakası Barı'na gittim. Oturup Cass'ı bekledim. Saatler geçti. Barmen yanıma geldiğinde kafayı iyice bulmuştum. “Sevgilin için üzgünüm,” dedi.
“Ne var ki!”
“Özür dilerim, duymadın mı?”
“Hayır.”
“İntihar. Dün gömdüler.”
“Gömdüler mi?” dedim. Her an kapıdan girecekmiş gibi bir his vardı içimde. İnanamıyordum.
“Kızkardeşleri gömdüler onu.”
“Nasıl oldu?”
“Gırtlağını kesti.”
“Anlıyorum. Şu içkiyi tazele.”
Kapanış saatine dek içtim. Cass. Beş kızkardeşin en güzeli. Kasabanın en güzeli. Arabayı eve sürerken düşünüyordum. Üstelemeliydim “Hayır” dediğinde. Beni istediğine şüphe yoktu. Tembel, ilgisiz, bencil davranmıştım. İkimizin de ölümünü haketmiştim. Köpeğin biriydim. Hayır, köpeklerin ne günahı var. Evde bir şişe şarap bulup içtim. Cass, kasabanın en güzel kızı yirmisinde ölmüştü.
Dışarıda biri otomobilin kornasına basıyordu. Israrla. Şişeyi fırlatıp bağırdım. “ALLAHIN BELASI ……. ÇOCUĞU. KES SESİNİ!”
Gece üstüme geliyordu ve yapabileceğim tek şey yoktu.
Yazar hakkında seçme yorumlar
1- Kendimize işkence etmek için kullanmak isteyeceğimiz bir şey hep bulunur sanırım. hipodromda başkalarının hislerini paylaşırsın; o ümitsiz karanlığı, pes edip vazgeçmenin kolaylığını. bahisçilerin dünyası gerçek dünyanın makul ölçülere indirgenmiş şeklidir; hayatın ölümle sürtüşmesi ve kaybetmesidir. sonuçta kimse kazanmaz. geciktirmektir tek isteğimiz, o göz kamaştırıcı ışıktan gözlerimizi bir an için kaçırmak. allah kahretsin, amaçsızlık üzerine düşünürken sigaramın yanık ucu parmağıma çarptı. bu da beni uyandırıp sartre havasından çıkardı. mizah gerek bize, kahkaha gerek. eskiden daha çok gülerdim, herşeyi daha çok yapardım. yazmak hariç. artık yazıyorum, yazıyorum ve yazıyorum. yaşlandıkça daha çok yazıyor, ölümle dans ediyorum. iyi bir gösteri. iyi de yazdığımı düşünüyorum. bir gün “bukowski ölmüş” diyecekler ve gerçekten keşfedilip yaldızlanacağım. ne fayda? ölümsüzlük fanilerin aptal bir icadıdır. hipodromun işlevini anlayabiliyor musunuz? dizelerin yuvarlanmalarını sağlar. talih kuşu. bülbülün son ötüşü. ağzımdan çıkan her söz mükemmeldir çünkü yazarken kumar oynarım. çok fazla yazar çok dikkatli yazıyor. çalışıyorlar, öğretiyorlar ve başarısız oluyorlar. alışılagelmiş kalıplar ateşlerini söndürüyor.
burada ikinci katta macintosh'umla mutluyum şimdi. dostumla.
ve radyoda mahler çalıyor; kolaylıkla süzülen, büyük risklere giren bir müzik. risk gereklidir bazen. şimdi de o güçlü uzun dalgaları gönderiyor. sağol mahler; senden ödünç alıyorum ve borcumu asla ödeyemeyeceğim.
çok fazla sigara içiyorum, çok fazla içki içiyorum, ama çok fazla yazmam mümkün değil. durmadan geliyor ve doyamıyorum ve herşey mahler'e karışıyor. bazen durdururum kendimi. dur bir dakika derim, git yat ya da dokuz kedini seyret ya da karınla otur biraz. ya hipodromdasın ya da macintosh'un başında. ve dururum, frene basıp park ederim. kitaplarımın devam etmelerine yardımcı olduklarını söyleyen mektuplar alırım bazen. benim de devam etmeme yardımcı oldular. yazmak, atlar ve dokuz kedi.
bu odanın küçük bir balkonu var, şu anda kapısı açık ve harbor karayolunda seyreden arabaların ışıklarını görebiliyorum. sonu gelmeyen bir ışık akışı. bu kadar insan. ne yaparlar? ne düşünürler? hepimiz öleceğiz, hepimiz, ne sirk! bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için bir yeterli bir neden olmalı, ama değil. son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor.
devam et mahler! harikulade kıldın geceyi. durma, ……. çocuğu! durma!”
(charles bukowski, 'kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçirdi' sf. 7-
bukowski böyle bir adam işte. şeffaf ama dürüst değil. dürüst ama şeffaf değil. bu yüzden çok seveni, bu yüzden çok nefret edeni var.
(bilemem, 16.03.2001 02:47)
2- kötü adamı sevdim hep,kanunsuzu,hergeleyi.iyi işleri olan sinekkaydı tıraşlı,kıravatlı tiplerden hoşlanmam.ümitsiz adamları severim,dişleri kırık,usları kırık,yolları kırık adamları.küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar.adi kadınlardanda hoşlanırım;çorapları sarkmış,makyajları akmış,sarhoş ve küfürbaz kadınlardan.serserilerin yanında rahatımdır,çünkü bende serseriyim.kanun sevmem,ahlak sevmem,din sevmem,kural sevmem.toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam….
diyen şair,yazar..
(murron, 16.05.2000 03:18)
3- “ask bir önyargidir” lafini sarf eden adam. “yazar olmak, enfes güzellikte bir kadınla sevisip üstüne para almak gibi bir sey” diyen; ikili iliskilerini, cinselligini yalnizlik gibi yasayan adam.
(lacrima, 25.06.2000 14:55 ~ 23.12.2000 23:57)
4- “pis moruk” lakaplı alkolik amerikan yazar. 5 sene kadar önce öldü. postmodern yazdığı iddia edilir ama biliyorsunuz günümüzde herşey postmodern diye nitelenir. bence özellikle kadınlar kitabı berbattır, ilk sayfayı okuyarak kitabı okumuş kadar olursunuz. kısa öyküleri daha ilginçtir. babam bu adamın kitaplarını kitaplığımdan almış okumuş ve yaşlı başlı arkadaşlarına götürüp “bakın evladım neler okuyor bu da edebiyat mı cık cık” modunda gençliği tartışmışlardır. ama ben o yaşlı doktorlar gürühunun kitabı gizlice zevk alarak okuyup sonra yeni kitaplarını aldıklarına eminim.
(eowyn, 22.12.1999 21:57)
5- jean genet ve jean paul sartre'a göre amerika'nın en iyi şairi.
1920’de almanya'nın andernach şehrinde doğan bukowski’nin babası polonya asıllı bir amerikan askeri, annesiyse sıradan bir alman kadındı. bukowski 3 yaşına geldiğinde aile, los angeles’a yerleşmek üzere amerika'ya taşındı.hayatının büyük kısmını los angeles'da geçirdi.babası ve sivilceleri onun hayatını mahvetti (belki de onu bu kadar ünlü yaptı). 24 yaşındayken ilk defa bir hikayesi yayınlandı. ilk şiirleri o 35 yaşındayken yayınlandı.1956 yılında los angeles hastanesinde hastalanmış karaciğeriyle ölümden döndü. doktorlar bundan sonra tek bir kadehin bile ölümüne sebep olacağını söylemişlerdi ama o ayağa kalkarkalmaz içmeye devam etti.60larda tanınmaya başladı ve yeraltı edebiyatının kahramanları arasına girdi.
bukowski her zaman yalın,gerçekçi ve alaycı bir dil kullandı. bazen kaba, bazen sıradan, bazen çok basit görülsede o birçok eleştirmenden iyi not aldı.
“içmek, tembellik, sevişmek… kısacası yaşamak. içine çok fazla katkı almadan mümkün olduğunca sek içmek yaşamı…” demiş hayranlarından biri bukowski'yi anlatırken.
kadınlar, içki,at yarışları onun vazgeçilmezleriydi.
iyiliği kötülüğü, sıkıcılığı sürükleyiciliği, yapaylığı gerçekliği… tartışılsa da gerçekten merak etmeye değecek bir insan.
(liawrizas, 28.05.2001 03:08 ~ 17.04.2006 10:10)