KAFAMIZI KARIŞTIRAN SORGULATAN HİKAYELER- YAZARLAR-OLAYLAR

Yeşilce – Yeşilyurt Kültür ve Dayanışma Derneği Forumlar Yeşil Cafe KAFAMIZI KARIŞTIRAN SORGULATAN HİKAYELER- YAZARLAR-OLAYLAR

9 yanıt dizini görüntüleniyor
  • Yazar
    Yazılar
    • #43370
      ERTEKİN
      Katılımcı

             Bütün alışkanlıklarımızı sorgulatan bütün değerlerinizi ırgalayan çok ilginç  bir yazar -şair ….Kimilerine göre ayyaş,kumarbaz ve seks düşkünü, kimilerine göre 21 . yüzyıl flozofu
      tanışmanızı istedim ….Charles Bukowsky

      Ertekin Karakaya 07/09/2006

      Kasabanın En Güzel Kızı”, s. 13-19

      Cass, beş kızkardeşin en genci ve güzeliydi. Kasabanın en güzel kızıydı Cass. Sağlam ve harikulade bir vücudu vardı. Kızılderili melezi. Yılan gibi kıvrımlı yılan gözlü. Sıvı halinde akan bir ateşti o. Girdiği şekle sığmayan bir ruh. Uzun, parlak ipek gibi saçları sağa sola dalgalanırdı hareket ettikçe. Ya çok şendi ya da hüzünlü. Arası yoktu Cass'ta. Deli diyenler vardı. İçi ölmüş olanlar. Onlar anlayamazlardı. Erkeklerin umurunda değildi deli olup olmadığı. Bir seks makinasıydı onlar için. Cass onlarla dans eder, flört eder ama bir iki kez hariç iş yatmaya gelince bir yolunu bulur ayrılırdı.
             Kızkardeşleri onu güzelliğini yanlış kullanmakla suçlar, kafasını kullanmadığını söylerlerdi. Oysa Cass'ta hem kafa hem ruh vardı. Resim yapar, dans eder, şarkı söyler, alçıdan şeyler yapar ve biri incindiğinde ta içinden duyardı onların acısını. Pratik bir kafası yoktu işte. Kızkardeşleri önce kendi erkeklerini cezbettiği için sonra da onlardan faydalanamadığı için kızarlardı ona. Çirkin erkeklere yanaşmak gibi bir huyu vardı. Yakışıklı erkeklerden iğrenirdi. “Hayat yok onlarda,” derdi. “Mükemmel kulaklarından, burunlarından başka bir bok düşünmezler. Tamamen yüzeyseldirler, içleri yoktur…” Deliliğe yakın bir hiddeti vardı; bazıları hiddetine delilik derdi.
             Babası alkolden ölmüş, annesi de kızlarını terkedip kaçmıştı. Kızlar bir akrabalarının yanına gitmişler sonra bir manastıra yerleşmişlerdi. Manastır boktan bir yerdi. Özellikle Cass için. Diğer kızlar onu kıskanmış, hemen hepsi ile dövüşmüştü. Sol kolu baştan aşağı jilet izleri ile doluydu. Sol yanağında da bir iz vardı ama bu onu daha bir güzelleştiriyordu.
             Manastırdan çıktığının ertesi günü Batı Yakası Barı'nda tanıdım onu. En genci olduğu için kızkardeşlerinden sonra çıkmıştı manastırdan. Tek kelime söylemeden gelip yanıma oturdu. Kasabadaki en çirkin adam bendim; belki de bunun için beni seçmişti.
             “İçki?” diye sordum.
             “Tabii niye olmasın?”
             Konuşmalarımızda kayda değer fazla bir şey yoktu. Cass'ın öyle bir havası vardı. Beni seçmişti ve olay onun için bu kadar basitti. Rahat. İçkiyi seviyor fazlaca içiyordu. Yaşı tutmadığı halde bara girmeyi başarmıştı. Belki de sahte bir kimliği vardı, bilmiyorum. Her neyse, her tuvaletten dönüp yanıma oturduğunda erkeklik gururum kabarıyordu. Yalnız kasabanın değil hayatımda gördüğüm en güzel kadındı o. Kolumu beline dolayıp öptüm.
             “Beni güzel buluyor musun?”
             “Evet ama başka bir şeyler var sende… görünümünle ilgili değil.”
             “İnsanlar beni hep güzel olmakla suçluyorlar, gerçekten güzel miyim sence?”
             “Güzel kelimesi yeterli değil.”
             Cass elini çantasına soktu. Mendilini alacak sandım. Uzun bir saç iğnesi çıkarttı. Davranmama fırsat vermeden iğneyi burnuna geçirdi, burun deliklerinin hemen üstünden, yanlamasına sokuvermişti iğneyi. Korku ile karışık bir bulantı hissettim. Bana bakıp güldü. “Beni hâlâ güzel buluyor musun?” İğneyi çekip mendilimi kanayan burnuna tuttum. Barmen ve çevredekiler olayı izlemişti. Barmen yanımıza geldi:
             “Bana bak,” dedi Cass'a, “Bir daha sapıtırsan kendini dışarıda bulursun. Senin oyunlarına ihtiyacımız yok!”
             “S..tir git ulan!” dedi Cass.
             “Ona hâkim ol,” dedi barmen bana.
             “Sorun yok,” dedim.
             “Burun benim, ne istersem yaparım burnumla,” dedi Cass.
             “Olmaz,” dedim. “Benim canım yandı.”
             “Ben burnuma iğne sokunca senin canın mı yanıyor?”
             “Evet, gerçekten.”
             “Peki, bir daha yapmam. Neşelen biraz.”
             Öptü beni gülerek. Bir eli ile mendili burnuna bastırıyordu. Bar kapanınca kaldığım eve gittik. Bira içip konuştuk. Sıcak ve sevecen biri olduğunu sezmeye başlamıştım. Kendini farkında olmadan sunuyordu. Yine de bazan aksi, anlaşılmaz bir tavır takınıyordu. Schitzi. Harikulade, manevi, kutsal bir Schitzi'ydi o. Herifin biri canına okuyacaktı günün birinde şüphesiz. Ben olmazdım inşallah.
             Yatağa girdik. Işığı söndürdükten sonra sordu. “Şimdi mi istersin yoksa sabah mı?”
             “Sabah,” diye yanıtladım ve sırtımı döndüm.
             Sabah kalkıp kahve yaptım, yatağa getirdim.
             Güldü. “Geceyi pas geçen ilk erkeksin,” dedi.
             “Boşver,” dedim. “Hiç olmasa da olur.”
             “Hayır, istiyorum. Bekle biraz tazeleneyim,” dedi.
             Cass helaya gitti. Kısa bir süre sonra döndüğünde nefesimi kesti; uzun siyah saçları, ağzı, gözleri, kendisi pırıl pırıldı… Sakin bir tavırla vücudunu açtı. İyiye alamet. Yatağa girdi.
             “Hadi gel sevgilim.”
             Yanına uzandım.
             Kesik ama tereddütsüz öpüşüyordu. Ellerimi teninde, saçlarında gezdirdim. Birleştik. Sıcak ve dardı. Uzatmak için ağır bir tempo tutturdum. Gözlerimin içine bakıyordu.
             “Adın ne?” diye sordum.
             “Boşver,” dedi.
             Güldüm ve devam ettim. Giyindikten sonra arabamla barın kapısına bıraktım onu. Unutulacak kadın değildi. İşsizdim. Öğlen ikide uyanıp gazeteleri okudum. Elinde kocaman bir yaprak ile geldiğinde küvete gömülmüştüm.
             “Banyoda olacağını biliyordum,” dedi. “Şeyini örtmen için bir yaprak getirdim ben de.”
             Yaprağını suyun üstüne bıraktı.
             “Nerden bildin banyo yaptığımı?”
             “Ben bilirim.”
             Her gün ben banyodayken geliyordu. Değişik saatlerde banyo yapmama rağmen. Yaprağı da unutmuyordu. Sonra sevişirdik.
             Birkaç kez telefon etti. Sarhoşluk ve kavgadan tutuklanıyordu. Kefaletle çıkardım.
             “Pis köpekler,” dedi. “Sana bir içki ısmarlayıp donuna girebileceklerini sanırlar.”
             “İçkiyi kabullenince başına belayı sarıyorsun zaten,” dedim.
             “Benlen ben olduğum için ilgilenemezler mi sanki?”
             “Beni hem sen hem de vücudun ilgilendiriyor. Ama çoğu erkeğin vücudunun dışındaki şeylerle ilgileneceğini sanmam.”
             Altı ay için şehri terkettim. Serserilik yapıp geri döndüm. Cass'ı unutamamıştım. Ufak bir tartışma geçmişti aramızda. Ayaklarım karıncalanmaya başlayınca da basıp gitmiştim. Döndüğümde onu bulamayacağımdan emindim. Batı Yakası Barı'nda yarım saat oturdum, içeri girip yanıma oturdu.
             “Demek döndün it.”
             Ona bir içki söyledim. Sonra baktım. Boynuna kadar kapalı bir elbise giymişti. Hiç böyle giyindiğini görmemiştim. İki gözünün altında baş kısmı cam, içeri gömülmüş birer topluiğne vardı. İğnelerin sadece başları dışarıda kalmış dibe kadar girmişlerdi.
             “Allah belanı versin, hâlâ kendini mahvetmeye çalışıyorsun.”
             “Yok canım moda bu, aptal,” dedi.
             “Delinin birisin.”
             “Özledim seni,” dedi.
             “Başka biri var mı?”
             “Hayır, kimse yok. Bir tek sen. Ama çalışıyorum. Fiyatım on dolar. Sana parasız.”
             “Çıkar şu iğneleri.”
             “Hayır, çok moda.”
             “Beni üzüyorsun.”
             “Emin misin?”
             “Allah kahretsin, eminim.”
             Yavaşça iğneleri çıkartıp çantasına soktu.
             “Neden güzelliğinle uğraşıyorsun? Kabullensene.”
             “Çünkü başka bir şey gördükleri yok. Güzellik bir bok değil, uçar. Çirkin olduğun için talihlisin. Biri sana ilgi gösterirse başka bir nedeni olduğunu biliyorsun.”
             “Tamam,” dedim. “Talihliyim.”
             “Çirkin olduğunu söylemek istemedim. Başkalarına göre belki. Aslında harikulade bir yüzün var.”
             “Sağol.”
             Birer içki daha yuvarladık.
             “Neler yapıyorsun?” diye sordu.
             “Hiç. Canım bir bok yapmak istemiyor. İstek yok.”
             “Ben de. Kadın olsan orospuluk yapardın.”
             “Bir sürü yabancı ile o denli yakın ilişkiye girmek istemezdim. Yılardım.”
             “Haklısın, yıldırıcı, her şey çok yıldırıcı.”
             Beraber çıktık. İnsanlar sokakta Cass'a hâlâ bakıyorlardı. Hâlâ çok güzel bir kadındı, belki de her zamankinden daha güzel.
             Evime gittik. Bir şişe şarap açıp konuştuk. Konuşmak kolaydı onunla. O konuşur ben dinlerdim, sonra ben konuşurdum. Akıcı ve zorlamasız bir muhabbet. Sırlar yaratırdık beraber. İyi bir tane yakalayınca o eşsiz gülüşünü gülerdi. Yalnız o gülebilirdi öyle. Bir alev coşkusu. Konuşurken birbirimize yaklaşır öpüşürdük. O gece arzulandık ve yatağa girdik. Elbisesini çıkardı ve o zaman boynundaki korkunç yarayı gördüm. Geniş ve uzun.
             “Allah senin canını alsın kadın,” diye bağırdım yataktan. “Allah canını alsın, ne yaptın?”
             “Kırık bir şişe ile denedim bir gece. Beni beğenmiyor musun artık? Güzel değil miyim?”
             Yatağa çekip öptüm onu. Beni itip güldü. “Bazı müşteriler on dolar verdikten sonra yarayı görüp vazgeçiyorlar. On dolar da bende kalıyor. Amma matrak.”
             “Evet,” dedim. “Gülmekten kırılacağım… Cass! Deli karı. Seviyorum seni… Kendini mahvetmekten vazgeç. Yaşayan kadınların en güzelisin.”
             Tekrar öpüştük. Sessizce ağlıyordu. Gözyaşlarını duydum. Siyah saçlarını bir ölüm bayrağı gibi yaymıştı yatağa. Ağır, hisli ve güzel bir sevişme tutturduk.
             Sabah Cass kalkıp kahvaltı hazırladı. Sakin, mutlu bir görünümü vardı. Şarkı söylüyordu. Yatakta kalıp onu seyrettim. Sonra gelip sarstı beni “Kalk artık domuz. Yüzüne, s..ine biraz soğuk su serp, yemeğe gel.”
             Sahile götürdüm onu o gün. Yaz henüz başlamamıştı, hafta arası olduğu için ortalık nefis bir sessizlikteydi. Kıyı sefilleri paçavralar içinde kuma uzanmışlardı. Bazıları taş banklara oturmuş aynı şişeden kafa çekiyorlardı. Martılar aptal ama telaşlı uçuşlarındaydılar. Yetmişlik, seksenlik moruk karılar kocaları öldükten sonra kendilerine kalacak evleri satıp satmamayı tartışıyorlardı. Her şeye rağmen havada bir barış kokusu vardı. Kıyılara bıraktık kendimizi. Az konuştuk. Mutluyduk beraber. İki sandöviç, biraz cips ve içecek bir şeyler aldım, kumlara uzanıp atıştırdık. Sarılıp uyuduk bir süre. Sevişmekten bile güzeldi bu sanki. Gerilimsiz bir beraber akış. Uyandıktan sonra eve döndük. Yemek pişirdim. Yemekten sonra beraber oturmamızı teklif ettim. Uzun uzun baktı bana bir şey söylemedi. Sonra yumuşak bir sesle “Hayır,” dedi. Bara bıraktım onu, çıkmadan önce eline bir içki verdim. Fabrikanın birinde bir ambalaj işi buldum. Bütün hafta öyle geçti. Dışarı çıkamayacak kadar yoruluyordum ama cuma akşamı Batı Yakası Barı'na gittim. Oturup Cass'ı bekledim. Saatler geçti. Barmen yanıma geldiğinde kafayı iyice bulmuştum. “Sevgilin için üzgünüm,” dedi.
             “Ne var ki!”
             “Özür dilerim, duymadın mı?”
             “Hayır.”
             “İntihar. Dün gömdüler.”
             “Gömdüler mi?” dedim. Her an kapıdan girecekmiş gibi bir his vardı içimde. İnanamıyordum.
             “Kızkardeşleri gömdüler onu.”
             “Nasıl oldu?”
             “Gırtlağını kesti.”
             “Anlıyorum. Şu içkiyi tazele.”
             Kapanış saatine dek içtim. Cass. Beş kızkardeşin en güzeli. Kasabanın en güzeli. Arabayı eve sürerken düşünüyordum. Üstelemeliydim “Hayır” dediğinde. Beni istediğine şüphe yoktu. Tembel, ilgisiz, bencil davranmıştım. İkimizin de ölümünü haketmiştim. Köpeğin biriydim. Hayır, köpeklerin ne günahı var. Evde bir şişe şarap bulup içtim. Cass, kasabanın en güzel kızı yirmisinde ölmüştü.
             Dışarıda biri otomobilin kornasına basıyordu. Israrla. Şişeyi fırlatıp bağırdım. “ALLAHIN BELASI ……. ÇOCUĞU. KES SESİNİ!”
             Gece üstüme geliyordu ve yapabileceğim tek şey yoktu.

                                                                             

      Yazar hakkında seçme yorumlar

       1- Kendimize işkence etmek için kullanmak isteyeceğimiz bir şey hep bulunur sanırım. hipodromda başkalarının hislerini paylaşırsın; o ümitsiz karanlığı, pes edip vazgeçmenin kolaylığını. bahisçilerin dünyası gerçek dünyanın makul ölçülere indirgenmiş şeklidir; hayatın ölümle sürtüşmesi ve kaybetmesidir. sonuçta kimse kazanmaz. geciktirmektir tek isteğimiz, o göz kamaştırıcı ışıktan gözlerimizi bir an için kaçırmak. allah kahretsin, amaçsızlık üzerine düşünürken sigaramın yanık ucu parmağıma çarptı. bu da beni uyandırıp sartre havasından çıkardı. mizah gerek bize, kahkaha gerek. eskiden daha çok gülerdim, herşeyi daha çok yapardım. yazmak hariç. artık yazıyorum, yazıyorum ve yazıyorum. yaşlandıkça daha çok yazıyor, ölümle dans ediyorum. iyi bir gösteri. iyi de yazdığımı düşünüyorum. bir gün “bukowski ölmüş” diyecekler ve gerçekten keşfedilip yaldızlanacağım. ne fayda? ölümsüzlük fanilerin aptal bir icadıdır. hipodromun işlevini anlayabiliyor musunuz? dizelerin yuvarlanmalarını sağlar. talih kuşu. bülbülün son ötüşü. ağzımdan çıkan her söz mükemmeldir çünkü yazarken kumar oynarım. çok fazla yazar çok dikkatli yazıyor. çalışıyorlar, öğretiyorlar ve başarısız oluyorlar. alışılagelmiş kalıplar ateşlerini söndürüyor.
      burada ikinci katta macintosh'umla mutluyum şimdi. dostumla.
      ve radyoda mahler çalıyor; kolaylıkla süzülen, büyük risklere giren bir müzik. risk gereklidir bazen. şimdi de o güçlü uzun dalgaları gönderiyor. sağol mahler; senden ödünç alıyorum ve borcumu asla ödeyemeyeceğim.
      çok fazla sigara içiyorum, çok fazla içki içiyorum, ama çok fazla yazmam mümkün değil. durmadan geliyor ve doyamıyorum ve herşey mahler'e karışıyor. bazen durdururum kendimi. dur bir dakika derim, git yat ya da dokuz kedini seyret ya da karınla otur biraz. ya hipodromdasın ya da macintosh'un başında. ve dururum, frene basıp park ederim. kitaplarımın devam etmelerine yardımcı olduklarını söyleyen mektuplar alırım bazen. benim de devam etmeme yardımcı oldular. yazmak, atlar ve dokuz kedi.
      bu odanın küçük bir balkonu var, şu anda kapısı açık ve harbor karayolunda seyreden arabaların ışıklarını görebiliyorum. sonu gelmeyen bir ışık akışı. bu kadar insan. ne yaparlar? ne düşünürler? hepimiz öleceğiz, hepimiz, ne sirk! bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için bir yeterli bir neden olmalı, ama değil. son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor.
      devam et mahler! harikulade kıldın geceyi. durma, ……. çocuğu! durma!”

      (charles bukowski, 'kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçirdi' sf. 7-8)

      bukowski böyle bir adam işte. şeffaf ama dürüst değil. dürüst ama şeffaf değil. bu yüzden çok seveni, bu yüzden çok nefret edeni var.
      (bilemem, 16.03.2001 02:47)

      2-  kötü adamı sevdim hep,kanunsuzu,hergeleyi.iyi işleri olan sinekkaydı tıraşlı,kıravatlı tiplerden hoşlanmam.ümitsiz adamları severim,dişleri kırık,usları kırık,yolları kırık adamları.küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar.adi kadınlardanda hoşlanırım;çorapları sarkmış,makyajları akmış,sarhoş ve küfürbaz kadınlardan.serserilerin yanında rahatımdır,çünkü bende serseriyim.kanun sevmem,ahlak sevmem,din sevmem,kural sevmem.toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam….
      diyen şair,yazar..
      (murron, 16.05.2000 03:18)

      3-   “ask bir önyargidir” lafini sarf eden adam. “yazar olmak, enfes güzellikte bir kadınla sevisip üstüne para almak gibi bir sey” diyen; ikili iliskilerini, cinselligini yalnizlik gibi yasayan adam.
      (lacrima, 25.06.2000 14:55 ~ 23.12.2000 23:57)

      4-  “pis moruk” lakaplı alkolik amerikan yazar. 5 sene kadar önce öldü. postmodern yazdığı iddia edilir ama biliyorsunuz günümüzde herşey postmodern diye nitelenir. bence özellikle kadınlar kitabı berbattır, ilk sayfayı okuyarak kitabı okumuş kadar olursunuz. kısa öyküleri daha ilginçtir. babam bu adamın kitaplarını kitaplığımdan almış okumuş ve yaşlı başlı arkadaşlarına götürüp “bakın evladım neler okuyor bu da edebiyat mı cık cık” modunda gençliği tartışmışlardır. ama ben o yaşlı doktorlar gürühunun kitabı gizlice zevk alarak okuyup sonra yeni kitaplarını aldıklarına eminim.
      (eowyn, 22.12.1999 21:57)

      5-  jean genet ve jean paul sartre'a göre amerika'nın en iyi şairi.

      1920’de almanya'nın andernach şehrinde doğan bukowski’nin babası polonya asıllı bir amerikan askeri, annesiyse sıradan bir alman kadındı. bukowski 3 yaşına geldiğinde aile, los angeles’a yerleşmek üzere amerika'ya taşındı.hayatının büyük kısmını los angeles'da geçirdi.babası ve sivilceleri onun hayatını mahvetti (belki de onu bu kadar ünlü yaptı). 24 yaşındayken ilk defa bir hikayesi yayınlandı. ilk şiirleri o 35 yaşındayken yayınlandı.1956 yılında los angeles hastanesinde hastalanmış karaciğeriyle ölümden döndü. doktorlar bundan sonra tek bir kadehin bile ölümüne sebep olacağını söylemişlerdi ama o ayağa kalkarkalmaz içmeye devam etti.60larda tanınmaya başladı ve yeraltı edebiyatının kahramanları arasına girdi.
      bukowski her zaman yalın,gerçekçi ve alaycı bir dil kullandı. bazen kaba, bazen sıradan, bazen çok basit görülsede o birçok eleştirmenden iyi not aldı.

      “içmek, tembellik, sevişmek… kısacası yaşamak. içine çok fazla katkı almadan mümkün olduğunca sek içmek yaşamı…” demiş hayranlarından biri bukowski'yi anlatırken.
      kadınlar, içki,at yarışları onun vazgeçilmezleriydi.

      iyiliği kötülüğü, sıkıcılığı sürükleyiciliği, yapaylığı gerçekliği… tartışılsa da gerçekten merak etmeye değecek bir insan.
      (liawrizas, 28.05.2001 03:08 ~ 17.04.2006 10:10)

    • #47889
      erkan şinel
      Katılımcı

      vay bee ne adamlar var.

    • #47890
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Birde türkiyede yaşasayı neler yazaedı kimbilir demeden geçemeyeceğim

    • #47891
      ilknur bükçü
      Ziyaretçi

      kadın hikayelerini okumaktan inanılmaz zevk alıyorum
      keşke bende toparlayıp yazabilsem kafamdakileri

    • #47892
      ERTEKİN
      Katılımcı

      tahammül edilemeyecek kadar sıkıcı insanlardı sanatçılar, dar görüşlü, başarılı olmuşlarsa ne kadar kötü olurlarsa olsunlar büyüklüklerine inanıyorlardı. başarılı olmamışlarsa ne kadar kötü olurlarsa olsunlar yine inanıyorlardı büyüklüklerine. başarılı olamamışlarsa suç başkasındaydı. yeteneksiz olabilecekleri hiç gelmiyordu akıllarına; berbat bile olsalar dehalarına güvenleri tamdı. ve her zaman küçük kıçları şöhret'le verniklenmeden mezarı boylamış bir van gogh ya da mozart için berbat işler kusan 50.000 çekilmez geri zekalı vardı. sadece iyiler bırakabiliyordu oyunu -rimbaud gibi, rossini gibi.


      “……benim hakkimda bir sey biliyordu.butun ahlaksiz oykulerime ragmen, o tecavuzcu krurkun altinda ahlakci birinin yattigini….”

      Charles Bukowsky

    • #47893
      ERTEKİN
      Katılımcı

      İlginç Öyküler: Bakmak – Görmek

      Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezinirken yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa :
      – Buraların yabancısıyım…
        Parkın hemen yanıbaşındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler…?

      Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra :
      – Ben de buraya ilk defa geliyorum demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.

      Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş.

      Çocuk:
      – Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş.
        Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.

      – İyi ama, demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği nerden   
        biliyorsun?

      – Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk.
        Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız,
        fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.

      Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, teşekkür etmek için döndüğünde farketmiş çocuğun kör olduğunu.

      Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini farkettiğini…

      Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
      – Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki.
        Sizinkiler sağlam öyle değil mi?

      Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
      – Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, senin benden iyi gördüğündür.

      – Gösterdim…    gördü anlamına gelmez
      – Söyledim…      duydu anlamına gelmez
      – Duydu…          doğru anladı anlamına gelmez
      – Anladı…            hak verdi anlamına gelmez
      – Hak verdi…      inandı anlamına gelmez
      – İnandı…            uyguladı anlamına gelmez
      – Uyguladı…        sürdürecek anlamına gelmez…

      Gülsev Akın'a teşekkürlerimizle 

      http://www.denizce.com/hafta0604.asp

    • #47894
      ERTEKİN
      Katılımcı

      İlginç Öyküler: Güzellik mi? Düşünce mi?

      Ewan 22 yaşına o sene basmıştı, kendinden emin çok zeki ve çok çekici
      bir genç adam olmanın asaletini taşıyordu. 10 gün sonra Kore'deki bir
      savaşa katılmak üzere İngiltere'den ayrılacaktı, hiçbir şeyden
      korkmuyordu ama duygusallığı nedeniyle, ülkesinden ayrılma fikri zor
      geliyordu ona.
      Ağır adımlarla büyük kütüphaneden içeriye girdi, bir kitap alıp oturdu
      ve okumaya koyuldu. Gerçekten de çok güzel temalara değinmiş
      etkileyici bir kitaptı elindeki, ama daha da güzel olanı kitabı daha
      önce başkasının da okumuş ve bazı yerlere notlar almış olmasıydı.
      Okuyanın notlar aldığı bölümler Ewan'i da derinden etkiliyor, notları
      okudukça sarsılıyordu. Kim olabilirdi bu? Hemen kütüphane memuresine
      gitti ve daha önce kitabı okuyan kişinin kim olduğunu öğrendi. Holly
      adında bir kadındı, adresini aldı ve eve varır varmaz bir mektup
      yazdı:

      “Büyük Kütüphanede bir kitap okudum. Eklediğiniz notlar karşısında
      hayranlık duyduğumu belirtmeliyim. 10 gün sonra Kore'ye gidiyorum,
      sizi tanımak ve sizinle mektuplaşmak istiyorum.
      Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum.
      “Holly'den olumlu cevap geldi ve mektuplar ardı arkasına yazılmaya
      başlandı. Her yeni mektupta birbirlerinden biraz daha etkileniyor,
      yüreklerini birbirlerine biraz daha açıyorlardı. 2 sene bu şekilde
      geçip gitti. Ewan ve Holly birbirlerine belki binlerce mektup yazmış,
      her mektuptan ayrı tatlar almışlardı.
      Ewan'ın ülkeye geri dönme zamanı gelmişti, son mektubunda Holly'i
      görmek istediğini yazdı. “Ancak seni tanıyabilmem için bana bir
      resmini gönder lütfen” diye ekledi.
      Holly buluşmayı kabul etti fakat resmi göndermedi. “Resmin ne önemi
      var ki? Bizi ilgilendiren kalplerimiz değil mi? Yakama kırmızı bir
      çiçek takacağım.” dedi.
      Günler birbirini kovaladı ve Ewan ülkeye döndü. Trenden indiği ilk
      anda gözleri Holly'i aradı. Bir müddet bakındı, sonra kalabalığın
      arasından şimdiye dek gördüğü en güzel kadın belirdi. Uzun boylu, çok
      güzel, uzun sarı saçlı, masmavi iri gözleri ve mavi elbisesiyle
      muhteşem bir kadındı. Kadına doğru bir adım attı, ama yakasında hiç
      bir şey yoktu. Kadın gözlerine baktı ve “Merhaba denizci, benimle
      gelmek ister misin?” diye sordu.
      Tam o sırada güzel kadının omzunun üzerinden, yakasında kırmızı çiçek
      olan kadını gördü. Kısa boylu, şişman sayılacak kiloda, gri kısa
      saçlı, tozlu uzun pardösüsü ve kalın bilekleriyle öylece duruyordu.
      Ewan şaşkındı, az önce hayatında gördüğü en güzel kadından bir teklif
      almıştı ancak karşısında da yüreğine aşık olduğu kadın duruyordu.
      Kendini toparladı ve yanından geçen dünyalar güzeli kadına aldırmadan
      ilerledi. Elinde Holly'le birbirlerini tanımalarını sağlayan kitap
      vardı. Elini uzattı,
      “Merhaba Holly” dedi gözlerinin içi gülerek.
      “Pardon” dedi kadın.
      “Ben Holly değilim.
      Az önce buradan geçen sarı saçlı mavi elbiseli bayan yakama bu çiçeği
      taktı ve bunun hayatının sınavı olduğunu söyledi. Sizi garın
      çıkışındaki cafe'de bekliyormuş…”

      Yazarı bilinmiyor 

    • #47895
      ERTEKİN
      Katılımcı

      İlginç Öyküler: Bir gün, bir bilge,

      Kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayri cins kuşa rastlar yol kenarında.
      Hayli merak eder bu iki farkli yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle,
      ait olduklari yerlerde yasamak istemediklerini,

      nasil olup da bir 'yabancı'yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek…

       
      O kadar farklıdır ki kuşlar

      ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine,

      Kardeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine.

      Öyle ya, karga dedigin kargalarla uçmalıdır,

      leylek dediğinse leyleklerle.

      Yaklaşır ve merakla inceler kuşları.

      Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar.

      O zaman anlar ki,

      birlikte kaçar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar
      beklenenlerin yanında tutunamayanlar.

      O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan.

      Topal kuşlar birbirlerinin 'arıza'larını bilir

      ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine.

      En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil,

      ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır.

      Aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların

      ortak paydaları sabun köpüğü gibidir uçar, söner.

      Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran,

      yaklaştıran..

      Mesnevi'den

    • #47896
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Hayata farkli acidan bakabilmekle ilgili söyle bir hikaye anlatilir:
      >”Bir gün New-York'ta bir grup is arkadasi, yemek molasinda disariya
      >cikar. Gruptan biri, Kizilderili'dir.
      >Yolda yürürken insan kalabaligi, siren sesleri, yoldaki is
      >makinelerinin cikardigi gürültü ve korna sesleri arasinda ilerlerken,
      >Kizilderili, kulagina circir böcegi sesinin geldigini söyleyerek circir
      >aramaya baslar. Arkadaslari, bu kadar gürültünün arasinda bu sesi
      >duyamayacagini, kendisinin öyle zannettigini söyleyip yollarina devam
      >eder. Aralarindan bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder.
      >Kizilderili, yolun karsi tarafina dogru yürür, arkadasi da onu takip
      >eder. Binalarin arasindaki bir tutam yesilligin arasinda gercekten bir
      >circir böcegi bulurlar.
      >Arkadasi, Kizilderili'ye: “Senin insanüstü güclerin var.
      >Bu sesi nasil duydun?” diye sorar.
      >Kizilderili ise; bu sesi duymak icin insanüstü güclere sahip olmaya
      >gerek olmadigini söyleyerek, arkadasina kendisini takip etmesini
      >söyler. Kaldirima gecerler ve Kizilderili cebinden cikardigi bozuk
      >parayi kaldirimda yuvarlar. Bircok insan, bozuk para sesini duyunca
      >sesin geldigi tarafa bakarak, onun ceplerinden düsüp düsmedigini
      >kontrol eder. Kizilderili, arkadasina
      >dönerek:
      >”Onemli olan, nelere deger verdigin ve neleri önemsedigindir.
      >Herseyi ona göre duyar, görür ve hissedersin.” Der

    • #47897
      ERTEKİN
      Katılımcı

      Avi Pardo, “Charles Bukowski Üzerine”, s. 7-11

      Amerikan şairi, romancısı ve öykü yazarı kendini şöyle anlatıyor: “Andernach, Almanya doğumluyum. Babam işgal ordusunda asker, annem Alman'dı. İki yaşımda Amerika'ya getirildim. Kısa bir süre sonra Los Angeles'a taşındık. Hayatım bu şehirde geçti. İki sene Los Angeles City College'a devam ettim ancak kendi kendimi eğittiğimi söylemek daha doğru olur. Okuldan hemen sonra ülkeyi dolaşmaya başladım. Geçimimi ikinci sınıf işler yaparak sağladım; kapıcı, benzin istasyonunda pompacı, bekçi, bulaşıkçı, yükleme memuru, fabrika işçisi, ustabaşı, park kâhyası. Ayrıca bisküvi fabrikası, floresan fabrikası, tren yolları ve mezbahada çalıştım. Şehirlerin çoğunu gördüm ve yüze yakın işe girip çıktım. Yazmaya çalışırken ölümüne açlık çektim. Günde bir çikolatayla yetinerek haftada üç dört öykü yazmaya çalışıyordum. Çoğu zaman daktilom yoktu. El yazısıyla yazdıklarımı Atlantic Monthly, Harper's ve New Yorker dergilerine postaladım. Hepsi geri geldi.
            “Nihayet 24 yaşımda, bir öyküm Whit Burnett'ın çıkardığı Story dergisinde basıldı. Ardından Portfolio dergisinde bir tane daha. Her zamankinden fazla içmeye başlamıştım, sonraları yazmayı kesip sadece içtim. Bu on yıl sürdü. Benim kadar ümitsiz olan kadınlarla geçirdiğim on yıl. Şiddetli bir iç kanama sonucu kendimi Los Angeles hastanesinin düşkünler koğuşunda buldum. On iki şişe kan, on iki şişe glikoz verildi. Ameliyat olmayı reddettim. 'Ameliyat olmazsan ölürsün,' dediler. 'Bir kadeh bile seni öldürür,' dediler. Bana çifte yalan söylediler.
            “Hastaneden çıkınca iş ve kalacak bir yer ayarlamayı başardım. Her akşam iş çıkışı eve dönüp tonlarla bira içip şiir yazmaya başladım. İki haftada 60 kadar şiir yazmıştım ama onları ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Elime şiir dergilerinin bir listesi geçti. İçlerinden biri Wheeler, Texas bölgesindendi. Tamam, asmalar içinde bir villada yaşayan, kanarya yetiştiren yaşlı bir kadının çıkardığı o tür dergilerden biri olsa gerek, bu şiirler onun panikmetre ibresini zıplatır diye düşündüm. Şiirleri postalayıp aklımdan sildim. Dahi olduğumu ilan eden övgü dolu şişkin bir mektup aldım. İşler iyiye gidiyordu. Yanıtladım. Harlequin dergisi bir sayısını tümüyle benim şiirlerime ayırdı. Yazışmaya devam ettik. Beni ziyarete geldi. Oldukça çekici, sarışın bir kızdı. Evlendik ve Texas'a gittik. Milyoner bir ailenin kızı olduğunu orada öğrendim. Evliliğimiz iki buçuk yıl sürdü.
            “Yazmaya devam ettim, şanslıydım. Tekrar öykü yazmaya bile başlamıştım. Çoğu Evergreen Review dergisinde yayımlandı. Şiir kitaplarım çıkmaya başladı, senede bir gibi. Bir yeraltı gazetesinde “Notes of a Dirty Old Man” başlığı altında yazmaya başladım. Open City gazetesinde başlayan bu yazılar daha sonra Note Express ve L.A. Free Press'te sürdü. Bu öyküler sonradan Black Sparrow ve City Lights tarafından kitap olarak basıldı. Elli yaşında çalışmayı bıraktım (başkası hesabına çalışmayı) ve ilk romanımı yazdım. Post Office. 20 şişe viski, 210 şişe bira ve 80 puro tüketerek, 20 gecede. Black Sparrow yayımladı. O günden beri yazarak geçiniyorum. Black Sparrow yayınevinden John Martin'in büyük yardımı dokundu. Hayatımın sonuna kadar tek satır yazmasam da ayda 100 dolar vaat etti. Hangi yazarın böyle bir şansı olmuştur?
            “Geçmiş yüzyıllarda yazılanlar beni pek açmadı; aşırı ciddi ve resmi buldum. Birkaç istisna dışında yapaylığa çok yakın. Bu bana devam etme gücü verdi. Celine'in Gece'nin Sonuna Yolculuk kitabını severim, Hemingway'in ilk dönemi, Villon, Neruda, Salinger, Knut Hamsun'un tüm yazıları ve Fedor Dos. Bunların dışında pek bir şey yok. Yazmayı sürdürüyorum. Çoğunluk underground ve pek zengin değil. Olması gerektiği gibi. Haftada bir-iki, at yarışlarına giderim. Klasik müzik (Stravinsky ve Mahler) ve birayı severim. Romantik ve duygusalım. Boks maçlarından tat alırım ve hayatıma giren kadınlardan birkaçı beni bulutların üstüne çıkarmayı başardı.
            “Hakkımda yazılanlara gelince, bazı tanıtma yazıları, makaleler, bir kitap ve bibliyografi sayılabilir; ancak onlar bu duvarın arkasındaki dolapta bir yerdeler ve şimdi gidip ararsam terler, sıkılırım. Siz de bunu istemezsiniz biliyorum. Sağolun. Ayrıca daktilo ve imla yanlışları için özür dilerim. İkisine de hiçbir zaman fazla ilgi duyamadım.”

           
      Bukowski 1960'larda yeraltı edebiyatının kahramanlarından biri olarak sivrilmeye başlar. 1964 yılında Kenneth Rexroth kendisini önemli ve marjinal bir şair olarak tanımlar. 1966 yılında New Orleans'ın Outsider (Yabancı) dergisince “yılın yabancı şairi” seçilir. Bukowski'nin sürekli aşağıladığı edebi çevreler giderek onu kabullenmeye başlarlar. Hugh Fox'ın hayranlık dolu eleştirel biyografisine de konu olmuş, Fransa'da Sartre ve Genet şiirlerini coşkuyla övmüşlerdir.
            Önceleri şair olarak dikkati çeker. Dabney Stuart enerjik, sert ve insanın iç dengesini altüst eden şiirlerinin güçlü bir kendini ifade etme dürtüsünden kaynaklandığını söyler ve bu şiirleri Bukowski'nin hayatını, aklını yok olmaktan kurtarmak için savaştığı birer savaş alanına benzetir. Kelimeler, zekâ ve hüzün kullandığı silahlardır. Hugh Fox, Bukowski'nin karanlık ve olumsuz dünya görüşünden söz eder biyografisinde. Günden güne tekrarlanan, çirkini, yıkılmışı, parçalanmışı arayan, kurtuluş için hiçbir ümit (ya da istek) beslemeyen dünya görüşü. Gerçekten de ayyaşlar, kaçıklar, kumarbazlar, düzenbazlar şiirlerinde hep kutsadığı insanlardır. Eleştirmenler tarafından daha ciddiye alınan öykülerinin kahramanları da bu karakterlerdir.
            İlk romanı Post Office, Los Angeles postanesindeki yorucu işini sürdürdüğü yıllarını anlatır – despot amirler, alabildiğine içmek, kolay seks, özellikle at yarışlarına yapılan kaçamaklar çok ustaca yazılmıştır. Cesur, akıcı ve katılırcasına güldüren bir kitap. Bütününü parçalarının toplamından daha iyi kılabilecek bağlantılardan yoksun olmakla birlikte bu serserinin anıları zevkle okunur. Bu kötü talihli adamın hikâyesi Factotum (1976) ile devam eder. Bu kez Bukowski, Henry Chinaski'nin kişiliğine bürünür ve kendini daha ilk cümlelerinde büyük Amerikan şehirlerinde berbat işler yaparak yaşamayı kariyer edinmiş, kafasının dikine giden, pejmürde biri olarak tanıtır. Bu duygusal, şaşırtıcı ve hareketli anlatım, edebi kalıplara ters düşen biçemiyle Bukowski'nin ilk yazılarındaki anlatımından daha başarılıdır.
            Bukowski anarşist bir satir anlayışı ile, içen, küfreden, partilerde kafayı bulup kadınların ırzına geçmeye yeltenen, uçaklarda etrafına rahatsızlık veren, şiir dinletilerinde rezalet çıkaran biri olarak yazdığında formunun zirvesindedir. Yaşlı ve maço sanatçı imajına olan tüm düşkünlüğüne rağmen aslında duygusal ve yumuşak biridir. Bunun da yazılarına katkısı olumludur.
            Yazarın geçirdiği sayısız basur ameliyatlarını konu alan All the Assholes in the World and Mine (Dünyanın Tüm Göt Delikleri ve Benimki) adlı bir kitabı vardır. Hugh Fox kendisini “kırık dökük, erimekte olan ve her an düşüp bayılabilecekmiş izlenimini uyandıran biri” olarak tanımlar. Ancak “düşüncelerinde mutlak bir berraklık ve kontrol” olduğunu ilave eder.
            Öylesine cesur, iyi niyetli, kalender biridir ki, Donald Newlove Village Voice dergisinde onun için “Tanıdığım sevilen tek yeraltı şairi,” demiştir.
            Yazarın Barbara Fry ile 1955 yılında yaptığı evliliğinden Marina Louise adında bir kızı vardır.
            Bu tanıtma yazısını Bukowski'nin içki üstüne düşünceleriyle kapatmak yerinde olur: “Günlük hayatın sıkıntısından biraz silkeler insanı, her şeyin aynı olmasından. Kişiyi bedenin ve aklın dışına çıkarıp duvara yapıştırır. Sanırım içmek, ertesi sabah tekrar hayata dönülebilen ve her gün tekrarlanabilen bir intihar şeklidir.”

      http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Text.asp?ID=10298&BID=945

9 yanıt dizini görüntüleniyor
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.